T.C. Mİllî Eğİtİm BakanlIğI
İSTANBUL / PENDİK - Gönüllü Hizmet Vakfı Mustafa Saffet Fen Lisesi

Öğretmenler Arası Kısa Öykü Yarışması

                  İlçemizde bu yıl ilki düzenlenen "Hasan Ali Yücel Edebiyat Ödülleri" kapsamında yapılan "Anadolu" temalı kısa öykü yarışmasında okulumuz

Edebiyat öğretmeni Sinan AYDIN ilçe 1.liğini kazanmıştır.

                  Kendisini tebrik eder başarılarının devamını dileriz.

 

VATANADOLU

Arabasını öğle sonu güneşini hesap ederek dört yılın verdiği alışkanlıkla aynı yere park eden Yılmaz Hoca, yine aynı yılların alışkanlığıyla aracın iç dikiz aynasında yüzüne bugünkü ifadesini veren çizgilerin sakladığı hatıraları görmek istercesine derin derin baktı; sonra kahverengi deri çantasını kaptığı gibi son dakikacı öğrencilerin arasına katılarak üçüncü kattaki sınıfına koşturmaya başladı. Hafif aralık kapıdan geçip bomboş bir sınıf görünce gayriihtiyari geri dönüp kapıdaki levhayı kontrol etti "Evet, burası doğru sınıf." Yüzündeki hayret kırışıklarına eşlik eden kıvrılmış dudakları ve gözlerindeki "Allah Allah! Nerede bu çocuklar?" ifadesiyle çantasını masaya bırakıp ileri geri bir iki adım atıp düşünmeye başladı. "Günlerden cuma ve ilk dersim kesinlikle bu sınıfa. Acaba çocuklar okulun son haftaları diye okulu mu astı? Bu öğrencileri dört yıldır tanırım, asla böyle bir şey yapmazlar. Bunlar ne de olsa son sınıf ve sınava girecekler; muhtemelen rehber öğretmen bir misafir ayarlamış, çocuklara sınavla ilgili son taktikleri veriyor aşağıda. Ama böyle programlar haftalar öncesinden belli olur. Neyse ya! Az sonra işin aslını anlarız." Masaya geçti oturmakla oturmamak arasında bir tereddüt yaşadı. Ceketini sandalyesinin arkasına iliştirdi. Gömleğinin kollarını hafiften kıvırıp kravatını biraz gevşettikten sonra tahtanın ortasına yan yana, kocaman harflerle "BEREKETÜRKİYE" ve "VATANADOLU" yazdı. Meslek hayatının ilk yıllarından beri okulun ilk haftası girdiği tüm sınıflarda tahtaya mutlaka "HAYALETÜRKİYE" yazardı. Çocuklara tüm bilimlerin temelinin hayal etmekten geçtiğini ve hayal kurmaktan vazgeçenlerin de umut denen duygudan yoksunlaşıp mutsuzluğu yaşam biçimi haline getireceğini anlatırdı. "Eğer hayal etmezsek hayalet oluruz, ruhumuz yolunu şaşırır, geleceğimizi göremeyiz." derdi. Sonra "Hadi bugün hep beraber hayal kuralım!" deyip bir ders boyunca öğrencilerin hayal kurmalarını sonra da bir hafta boyunca kurdukları hayalleri anlatmalarını isterdi öğrencilerden. Okulun son haftaları  ise İkinci Yenciler gibi sözcüksel sapmalarla iki kelimeden elde ettiği bu iki kelimeyi  tahtaya yazar ve ülkemizin güzelliklerini, vatan kavramının derinliğini, gerçek kazancın sevgiden, paylaşmaktan ve bereketten geçtiğini içeren konuşmalar yapardı. O yüzden bu sözcükler kendisiyle özdeşleşmişti.

Kurmalı, gümüşi, metal kordonlu saatine bir göz atıp "Ders başlayalı iki dakika olmuş." diye mırıldanırken duvarda asılı, bir yana hafif yatmış Türkiye haritasına bakmaya başladı. Haritayı düzeltti. Karadeniz haricinde gezmediği yeri kalmamıştı memleketin. Hatta yeşil pasaporta hak kazandığı yıllarda bile sadece kutsal toprakları ziyaret ederim maksadıyla pasaporta başvurmuştu. Onun haricinde hiç yurt dışı düşünmemiş, tüm tatillerini memleketini  gezmeye; cefakar ama vefakar, fakir ama cömert insanlarını tanımaya adamıştı. Gözü haritada Kars'a takılıp kaldı birden. Saatin camındaki sağ işaret parmağı ise derin bir hatıranın izleri sanki cama nakşedilmiş de onu silmeye çalışıyormuş gibi daireler çizmeye başladı. Hiç duyulmasa da hal ehli herkesin işitebileceği derinlikte bir "Ahh" çekti. İlk görev yerini ve ilk  göz ağrısı Keziban'ı düşündü. Bir mayıs sabahı, eski Kümbet Camii, daha eski Havariler Kilisesi ve o zamanlar Yeni Kars Müzesi olan binanın avlusunda öğrencileriyle müzeyi gezmeye gittiğinde görmüştü onu. Müze Müdürü Nazmi Bey "Hocam, müzenin yeni rehberi Keziban kızımız, genç ama maşallah her bir şeyi bilir." diye tanıştırmıştı ikisini. İri gözlerinin zümrüt yeşilinde kaybolmuştu ve her hafta başka bir sınıfı gezdirme bahanesiyle gittiği müzede, onca tarihi eser arasından aklında kalan tek şey, o iri zümrütlerdi. Bir mektupla başladılar konuşmaya ve nice mektuplar yazdılar leylim leylim. Birbirlerine yazdıkça Kars'ın ne soğuğunu ne kışını hissettiler. Bir seferinde "Okumayı çok seviyorum, özellikle de şiir okumayı." diye yazmıştı. Tatilde İstanbul'dan dönüşte bir sahaftan bulduğu Ahmedi Hani'nin Mem u Zin kitabını hediye etmişti Keziban'a. O da şu an sağ işaret parmağının altında o günlerin hatırasını taşıyan kurmalı saati hediye etmişti. Ne hayaller kurmuşlardı. " Hani sen seviyorsun ya fındığı ve çok merak ediyorsun ya denizi! Bir evimiz olsun mesela. Bahçeli. Orta büyüklükte bir kasabada. Bahçemizde fındık ağaçları, kendimiz bakıp toplayabilecek kadar bir yer olsun yeter. Küçük bir bölümüne ilkbaharda domates, salatalık, biber, kavun, karpuz eksek. Ben diplerinin otunu temizlerken fidelerin sen içine gülüşünü kattığın serin sularla sulasan. Bahçeden topladığımız sebzeleri koyduğumuz sofrada köfteler hazırlasak. Ben 'Nasıl bu kadar lezzetli oluyor, hangi baharatları koyuyorsun.' diye dikkatli dikkatli izlesem  yoğuruşunu. Sen 'Her işin püf noktası var.' dercesine kaşla göz arasında sevgi baharatından bir tutam saçıversen. Ben de sana bakarken yüzüme bir gülümseme gibi oturan mutluluğu eklesem ve köftede haşır neşir olup yoğrulsa aşkımız. Masamızdan dökülen mutluluk kırıntılarını karıncalar, kuşlar toplayıp yuvasına taşısa. Kokusuna bırak komşuları, uzak diyarlardan seyyahlar gelse. Gurmeler on üzerinden değerlendiremese ve lezzetinin sırrını etinde, baharatında arasa. Aşk gurmeleri bile anlayamasa sırrımızı. Onlar yanımızdayken kaçamak bakışlarla sanki birbirimizi ilk defa görüyormuş gibi süzüversek birbirimizi. Sonra bir çay koysak üzerine içmek için. Mangalda közleri karıştırırken o kutsal duygunun ateşini de ekleyiversek. Demini sevgimizden alsa ve her bardağın dibinde birbirimizin gözlerini görsek de susamışlığımızı bir sonraki bardağa taşısak. Yemekten sonra açsak ellerimizi, şükür dualarımıza evimiz, bahçemiz, tüm bitkiler, canlılar amin dese. Kirpiklerimizi minnetle kırpıştırıken arkasına nazar dualarını eklesek. Ve bir gün el ele girdiğimiz o bahçeden art arda çıkarıp yan yana yatırsalar ikimizi. Taşımız bile ortak olsa  'Uzun yaşamadılar ama saadetten öldüler.' yazsa, dillere destan olsak. Yan yana sonsuzluğu beklesek, sonsuz bir mutlulukla." diye bir mektup yazmıştı en son. Ama o mektubu veremedi bit süre. Çünkü köyünden gelirken çığ düşmüştü otobüsün üzerine. Günlerce sonra çıkarabildiler Keziban'ı ve çıkardıklarında sımsıkı sarılmış buldular Yılmaz'ın hediyesine. Ayırmadı sevdiğinden kitabını. Mezarının başucuna içine koyduğu son mektupla beraber gömüverdi. Mektubu vermek ancak böyle kısmet olmuştu. O çığ  Berivan'ın üzerine, Yılmaz'ın da yüreğine düştü.  Söküp Keziban'la gömdüler donmuş toprağa yüreğini de. Edemedi oralarda, tayin istedi. Bu soğuk memleketin sıcacık insanlarını hüzünle geride bırakıp tek bir bavula tüm anılarını doldurduktan sonra, tuttu Şanlıurfa'nın yolunu.

Burnunun direği sızlarken gözü Kars'tan aşağılara, Şanlıurfa'ya kaydı. Soğuktan kaçarcasına sığınmıştı Harran'ın sıcağına. Bir eylül akşamı otobüsten indiğinde ciğer dumanı gözlerini yaşartınca önündeki kaldırıma diz boyu iskemleler dizilmiş bir ocakbaşında, damak tadını ömür boyu değiştirecek isotla tanıştı. Şanlıurfa'nın isotu ağzını, sıcağı tenini, türküleri de gönlünü dört yıl boyunca yaktı ha yaktı. Boş vakitlerinde Ciğerci Mıho'ya çıraklık yaptı sırf müdavimi Kazancı Bedih'in türkülerini dinleyebilmek için. Camilerde gazeller dinledi müezzinlerden. Yalnızılığına  en büyük çare bu gazeller, türküler ve  okuduğu kitaplar oldu. Çok sevmişti oraları; özellikle de Halilürrahman, diğer adıyla Döşeme Camii müezzini İbrahim Halil Efendi'nin okuduğu içli gazel ve ilahileri, Kazancı Bedih'in yanık türkülerini, Bakırcılar Çarşısı'nın çekiç seslerini, geniz yakan ciğer ve baharat kokularını... Berivan'dan sonra,  bir şeylerini kaybetmiş ama ne kaybettiğini de unutunca evin içinde dönüp duran bir ihtiyar gibi olmuştu Yılmaz. Aradığını Şanlıurfa'da da bulamadı. Hatta ne aradığını bile bulamadı. Yine başka bir diyarın yolunu tuttu. Hem bu arayıştan kurtulmak  hem de bir roman kahramanının peşine düşmek için bavulunu toplayıp Peygamberler Şehri'nden de benzer bir hüzünle ayrıldı.

Gözü bu kez İç Anadolu'nun küçük ama çok güzel bir iline -güzel atların ülkesi Nevşehir'e- dikildi haritada. Yüzüne bir tebessüm oturdu ki seyranlık. Ürgüp'ü ilk kez Fakir Baykurt'un Eşekli Kütüphaneci romanının kapağında gördü ve hem Ürgüp'ün o meşhur peribacalarına hem de Eşekli Kütüphaneci'nin azmine hayran kaldı. Bu hayranlığın eseriydi buraya tayin istemesi. Romanın kahramanı Mustafa Güzelgöze amcayı hemen arayıp buldu ve bu güzide insanın hikayesini bir de kendisinden dinledi. Çok etkilendiği bu örnek insanın yolundan giderek eşek sırtında dolaşmasa da yakaladığı her gence kitap okuma aşkını aşılamaya çalıştı. Başardı da. Okumanın da ötesinde yazarlar, çizerler çıktı içlerinden. Bir gün bir ders sırasında yeni gelen öğrencilerle tanışırken isminin Satılmış olduğunu öğrendiği bir öğrenciye hayretle yaklaşıp "Ne demek bu isim, neden koymuşlar sana bu ismi?" diye sormuştu. Çocuk mahçup "Bilmem ki hocam, bir sorayım eve gidince." diye mırıldanmıştı. Faruk Nafiz'in o meşhur dizelerindeki Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın adaşını bulmanın heyecanıyla sormuştu aslında. Ertesi gün geldi Satılmış ve aynı mahcup ifadeyle "Hocam benden önce doğan üç ağam ölmüş. Onlar ölünce benim adımı ölmeyeyim diye Satılmış koymuşlar. Öyle dedi babam." Merakını gideren Yılmaz Hoca, anlamıştı işin aslını. "Peki Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ı bilir misin?" diye ikinci bir soru yöneltince çocuk hepten içine kapanıp hiç ses vermedi. Satılmış'a Faruk Nafiz'in kitabını hediye ederken ileride halk ozanları üzerine çalışmalar yapacak bir akademisyenin merak kıvılcımını ateşlediğinin farkında değildi ama hayat böyle güzel sürprizlerle dolu değil miydi?  Satılmış liseyi bitirdikten sonra Kayseri'de Edebiyat Fakültesinde okumuş ve ilk tez çalışmasını Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın kim olduğunu ve şiirlerini bulmaya yönelik yapmıştı. Bir gün heyecandan tıkanan bir nefesle: "Hocam buldum buldum, Maraşlının mezarını ve akrabalarını buldum." diye bir telefon etmiş ve bir sürü şey anlattıktan sonra "Hocam gerçekten de şeyh oğluymuş. Birinci Dünya Harbi sırasında Maraş Mevlevihanesinin Şeyhi Selim Dede varmış, onun üvey oğluymuş, savaşa gidince ince hastalığa yakalanmış, dönünce İstanbul'da Gureba Hastanesinde tedavi olmuş ama illetten kurtulamamış. O duvardaki şiiri de bu yolculuğu sırasında yazmış. Ben akrabalarını ziyarete gideceğim, siz de gelir misiniz?" Nasıl gelemem diyebilirdi ki. İşte Maraş'ı da böyle görmüştü. Ama Ürgüp'te de Bozkırın Tezenesi hariç acısını, arayışını unutturabilen başka bir şey olmamıştı. Artık anılarını tek bavul taşımaya yetmez hale gelince bavullarını toplayıp Akdeniz'in güzel bir şehrine -Mersin Erdemli'ye- tayin istedi.

            Gözleri haritanın güneyindeki maviliklere dalınca yüzündeki gülümseme iyice genişledi. Bu şirin ilçeyi sırf deniz kenarı diye istemişti. İyi ki de istemişti! Gittiği okulda idareci olarak çalışmaya başladı. Bir çocuk getirdi ihtiyar bir amca. Kolundan sımsıkı tutuyordu ağlamaktan gözleri şişmiş çocuğun. "Benim adım Çakır Hasan, bu da benim torunum Mustafa. Babası iki sene evvel şehit düştü Irak'ta. Anası da üzüntüsüne dayanamadı, geçen sene gitti yiğidimin ardından. Bu çocuk sürekli okuldan kaçıyor. Denize çimmeye, ormana mantara, dağa ava yani sağa sola haytalığa gidiyor hep. Yörüğüz biz, malcılığınan geçiniriz. Davarın peşinden mi koşayım, bunun peşinden mi? Yakaladım getirdim. Bundan sonra bunu evladın bil, güzelce okusun. Önce Allah'a, sonra sana emanet!" deyip ardına bakmadan çekip gitti. Evlenip aile kurmadan çocuk sahibi oluverdi Yılmaz Hoca. Ne yapsın? Evladı bildi Mustafa'yı. Yatılıya yazdırıp okuttu. Çakır Hasan da emmisi olmuştu. Peynirini, yoğurdunu hiç eksik etmedi. "Emmi parasını almazsan almam yoğrudunu, peynirini." dedi.  "Toruna ver, ihtiyaçlarını gidersin." dedi öteki.  Yazın yaylalara çıkınca Mustafa'yı da alır, peşi sıra çıkarlardı. Oğlak, davar peşinde koşarken, yağlı bazlamaların yanında yayık ayranı içerken asıl katıkları Hasan emminin anlattığı hikayeler olurdu. Bir gün bembeyaz bir sis kapladı her yeri. Davarın ardına düşüp öyle buldular yörük çatmalarını. Çatmanın kenarına oturup düşünürken  Hasan emmi anlattı bu sise neden buralarda kör duman dendiğini. O da başka bir gün, başka birine anlatacaktı.

Ilık bir  Akdeniz sabahı elinde evrak çantası okuluna doğru giderken otobüsten yeni inip de adres arayan iki kızdan gözlerinin güzelliğini siyah camların gölgesine gizlemeye çalışmış olanı "Affedersiniz, öğretmenevi nerede acaba?" diye sormuştu. "Şu üst geçitten karşıya geçince bankanın olduğu sokaktan dümdüz ilerleyin, sokağın sonunda sağdaki beyaz bina." diye cevap verdi. Kızlar gitti fakat o gidemedi. Yıllardır aradığı, özlemini duyduğu şeyi o an fark etti. Gözlerdeki belirgin bir ifade, derin bir mazide kalsa da çok tanıdık bir ifade.. Okula doğru giderken dayanılmaz bir geri dönme arzusu duyumsamıştı fakat kendine yakıştıramayıp dönememişti. Şu an o arzunun kıpırtıları damalarında hala dolaşıyor da adeta şah damarından kulağına fısıldıyordu. Gözlerini haritayı delercesine keskinleştirdi ve görünmeyen o mavi dalgalarda o günleri tekrar aramaya başladı. O gün, o ılık hava denizden serin bir yağmur getirmiş; bir serinliğe susamış gönüller de dahil tüm canlıları iyice sulamıştı. Okuldan çıkınca da adres soran iki kızı bu sefer ıslanmış ve yorgun görünce rüzgar önünde iradesini kaybeden yaprak misali kendini onların yanında buluvermişti. Kızlar yeni atanmıştı, yer ayırttırmadıkları için öğretmenevinde yer bulamamışlar ve o dönem turizm ile pek tanışmamış olduğu için doğru dürüst bir otelin olmadığı ilçede akşam olmak üzereydi ve şaşkın vaziyette sokakta kalmışlardı. Tüm cesaretini toplayıp "Ben de öğretmenim, bana güvenebilirsiniz. Sizi barındıracak bir otel falan bilmiyorum ama eğer sakıncası yoksa yaşlı bir dedem ile ninem var, sizi onların yanında misafir edebiliriz." dedi. Güvenmişlerdi. Yılmaz hemen emanet bir araç bulup şehrin az kıyısındaki limon bahçelerinin arasındaki eve kızları yerleştirdi ve tıpkı Hasan emminin ona yaptğı gibi "Önce Allah'a, sonra sana emanet!" deyip gitti. Ertesi sabah geldiğinde Hasan emminin yaşından beklenmeyen bir çevikliğe sahip karısını kızlarla sacın başında börek pişirirken buldu. Keziban'ın zümrüt gözleri gitti, Sevda'nın kahverengi gözleri geldi. Renkler farklı, hissettirdiği aynıydı. Kızlara tüm işlerinde yardımcı oldu: göreve başlama işleri, kiralık ev, eşya... Hasan emmiyle karısı, kızların da emmisi ve yengesi oluverdi. Artık üniversite sınavlarına hazırlanan Mustafa'nın da üç öğretmeni vardı ve onu çok fena sıkıştırıyorlardı. Sıkıştırmaları işe yarayacaktı; babasının izinden, polis akademisine gidecekti.

Yılmaz, Sevda'ya sevdalanmıştı. Karlar altında donmak üzere olan kalbi, tekrar can bulup ısınmaya başlamıştı nihayet. Bir gün yörüklerin Ekşielma Yaylası'na birlikte çıktılar ve ortalığı sis kaplayınca çatmanın yanındaki sebzeliğin kenarına dizilmiş yosunlu taşların üzerine yan yana oturdular. Yılmaz anlattı kör duman adının nereden geldiğini. " Bu sisin adı kör duman. Rivayet odur ki bu dağlarda Çoban Ali derler bir garip yaşarmış. Daha hayatının baharında bir delikanlıymış. Hayatta tüm sahip olduğu keçileri, oğlakları ve iki köpeğiymiş. Keçilerini otlatırken bir çam ormanının kıyısında kesim yapan tahtacıları görmüş. Aralarında genç ve güzel bir kız varmış. Çoban Ali kızı görünce gönlünü düşürüvermiş kıza. Her gün keçilerini oraya sürer getirir, tahtacılarla hasbihal edermiş. Ali bir gün sağdığı taze sütten ikram etme bahanesiyle kıza yanaşmış ve derdini açmış. Kız olmazlanmış ama 'Naz bu, geçer.' diye düşünmüş. Geçmiş de. İkisi de birbirini sevedursun Tahtacılar, işi bitince göç eylemişler. Çoban Ali duyar duymaz arkalarından gitmiş ama böyle sisli bir havaya denk düştüğü için bir türlü yetişememiş kıza. Sonra 'Sen gözlerimi kör ettin gözlerin kör olsun duman!' diye diye ilenmiş Çoban Ali. Dağlara düşüp kırklara karışmış, kaybolup gitmiş. Ondan sonra bu sise kör duman denmiş işte buralarda. Derler ki her sis bastığında Çoban Ali bu dağlarda dolaşır, sevdiğine seslenirmiş. Bulamayınca yine ilene ilene gidermiş. Gerçek aşıklar kulak verirse Ali'nin sesini duyabilirmiş."  Sevda'nın gözleri dolu dolu olmuştu, o da Yılmaz'a sevdalanmıştı. Utanıp tutamadılar birbirlerinin elini ama ömür boyu kalp kalbe tutuştular ondan sonra. Yılmaz sonunda aradığı saadeti bulmuştu. Ayrılamadılar Erdemli'den, gitseler de uzaklara bir ayakları hep orada oldu. Ama memleket hasreti ağır basınca tayinlerini Sevda'nın memleketi Aydın'a istediler.

            Gözleri haritada sola doğru kayarken kıyıdan kıyıdan gitti Aydın'a. Artık anıları kadar eşyaları da çoğalıyordu. İki aşka bir de evlilik ekleyince yükünü bavullar değil, kamyon taşır olmuştu. Evlendikten sonra evlerini taşıdıkları yolu izledi gözleri. İncirliova'da eski istasyonun arkasında bahçeli bir apartmana  -Erbeyler Apartmanı'na- yerleştiler. "Tomurcuklarım" dediği üç çocuğu burada dünyaya geldi. Yılmaz Hoca eşini ve ailesini mutlu etmek için didinip durdu. Hatta aldıkları bir tarlada zeytin, incir, üzüm bile yetiştirdiler. İncir deyince sol elinin içinde bir karıncalanma oldu. Yüzündeki gülümseme iyice büyüdü. Dikenli incirle tanışırken  incirin elini sıkma gafletinde bulunmuştu. İnsan bazı şeyleri acı yoldan öğrenebiliyordu. Çocuklar Ege'nin zenginlikleri içinde büyüdü. Birden kıkırdarcasına gülesi geldi o günler gözünde canlanınca. Evlerine yakın tarihi bir çeşme vardı. Önünde yaz kış oturup geçenlere şiirler maniler okuyan bir meczup vardı. Bir gün kendisine de bir maniyle laf atınca maniyle karşılık vermişti.  Meczup tam bir şair çıkmıştı. Atışmaları Yılmaz Hoca'nın söyleyecek manisi kalmayıncaya kadar bir yarım saat sürdü. Herkesin Deli Fikri dediği bu adamın boş olmadığını anlayan Yılmaz Hoca "Sen kimsin, neden hep burada oturuyorsun, evin tüneğin yok mu?" diye soruları sıralayınca Fikri'nin hikayesini kendisinden dinledi. Kurtuluş Savaşı sonrası Girit'ten göç etmişler buraya. Dedesi Girit'teyken zengin ve itibarlı bir adammış ama buraya gelmek zorunda kalınca her şeylerini yitirmişler. Erkenden hayata gözlerini yummuş dedesi ve ninesi. Bir konakta el bebek gül bebek büyüyen annesiyse Kore'ye giden kocası da dönmeyince hayatın yükünü kaldıramamış.  Bizim Fikri Efe'yi yapayalnız bırakmış. Sokaklarda büyümüş Fikri. Ama çocukken annesinin ezberlettiği şiirleri, manileri hiç unutmamış ve bunu ekmek kapısı haline getirmiş. Zamanla kendisi de şiirler, maniler söyleyerek zenginleştirmiş şairliğini. Öyle ki doğaçlama şiir söyler hale gelmiş. O yüzden Yılmaz Hoca'nın onu yenmesinin imkanı yokmuş. O günden sonra çok yakın arkadaş oldular ikisi. Sohbetlerine doğaçlama şiirler de ekleyerek doyumsuz sofralarda ağırladılar birbirlerini. Dostlukları Yılmaz Hoca İstanbul'a taşınıncaya kadar sürdü. İstanbul'a göçtükten iki sene sonra Fikri Efe de öbür aleme göç eyledi. Üzüldü ama "Dağ dağa kavuşmasa da dost dosta kavuşurdu elbet, öyle ya da böyle!" diye teselli buluyordu, daha önce kaybettiği tüm sevdiklerinin ardından olduğu gibi.

Gözü bir tek Karadeniz'e kaymadı. Sanki emekliliğine saklamıştı orayı. Kısmet olursa dip bucak gezecekti. Yeşilini, mavisini, yaylasını, denizini, çayını, fındığını, hamsisini doya doya yaşayacaktı.

Gözleri tam memleketi -İstanbul'a- gelmişti ki saate baktı. "Ders başlayalı beş dakika olmuş ama neden hala ses seda yok." diyerek tam kapıya doğru yeltenecekken okul müdürü  ve müdür yardımcısı, sınıfın kapısını araladı. Suç işlerken yakalanmış minik bir çocuk gibi "Hocam, ben de tam aşağıya sizin yanınıza incektim. Benim sınıf kayıplarda da..."  Müdür sıcak bir gülümsemeyle " Yılmaz Hocam, tüm okul aşağıda sizi bekliyor, buyurun!" Anlamadı Yılmaz Hoca. "Şey, neden hocam?" diye soran gözlerle bakınca  "Aşağı inince anlarsın hocam." diyerek susturdu ve elini Yılmaz Hoca'nın sırtına usulca koydu müdür.

Aşağı konferans salonuna girince bir alkış kıyamet koptu. Nutku tutulan Yılmaz Hoca sırtındaki elin yönlendirmesiyle sahneye doğru yürürken şakınlığının zirvesine ulaştı. Tüm okul salonda toplanmıştı, sahnede ellerinde çiçeklerle on kadar öğrenci emektar öğretmeni bekliyordu ve hepsinin yüzündeki kocaman gülümseme Trakya'nın günebakanları gibi salonu aydınlatıyordu. Ön sıralarda Sevda'sı ve tomurcukları da vardı. Yalnız onlar mı? Kars'tan Trakya'ya Kezibanlar, Halil İbrahimler, Satılmışlar, Hasan emmiler, Fikri Efeler ve  hemhal olduğu tüm yüzler -tüm Anadolu- salona doluşmuş gibiydi. Sahneye kocaman puntolarla  "VATANADOLU" yazıldığını görünce uzun zamandır kurumuş sayılan göz pınarları coştu. Yılmaz Türkyılmaz'ın yanakları yaz yağmurlarının sellediği çorak topraklara dönerken emeklilik dilekçesini verdiğini duyan öğrencilerinin bu sürprizi karşısında kendini kaybetmiş bir halde çıktı sahneye. Tam "VATANADOLU" yazısının altında,  tüm ömrünü adamaya çalıştığı güzel ülkesinin güzel insanlarına, ışıl ışıl gözlerle baktı. Söz söylemeye mecal bulamadı ama akan gözyaşları zaten her şeyi anlatmaya fazlasıyla yeterliydi.

 

Paylaş Facebook  Paylaş twitter  Paylaş google  Paylaş linkedin
Yayın: 12.11.2019 - Güncelleme: 15.06.2023 11:32 - Görüntülenme: 788
  Beğen | 1  kişi beğendi